DİNOZOR RADYO

Salı, Aralık 11, 2012

Harita, Pusula, Göçebe, Seyyah ve Mimar

Ne zamandır kafamda bazı fikirleri şekillendirmeye, anlamlandırmaya çalışıyorum. Sanırım yaşımın çömezliğinden dolayı fikirlerimin oturması biraz yavaş oluyor. Gerek hayatın öğrettikleri, gerek kişilerin öğrettikleri yardımcı olsa da bazen insan tek başına kalıp beyninin nöronlarını tek tek açmak isteyebiliyor. İşte o zaman doğruyu ve yanlıșı ayırmada bir kılavuz edinmek istiyor. Tam da bu nokta, hayatımızı belirleyen nokta. Sonuç olarak elimizdeki harita nereyi gösterirse oraya gidiyoruz. Eğer haritamız ayrıntılı ve bilgilendirici değilse yolumuzdan sapmamız bir hayli yüksek. Peki ya haritayı reddedip rotasını kendi çizenler ? Yolların ve varışların önemini umursamayıp han han dolaşanların hali nedir ? Bir yere varamadan sona ermenin vereceği mahcubiyeti ve pişmanlığı düşünmüyorlar mı acaba ? Peki eline tutuşturulan haritayı pek kurcalamadan, " Bu da neymiş ? " diye merak etmeden, haritayı veren üstada güvenip haritasının en ala olduğunu düşünenlerin hali nedir ? Gösterdiği yolları yegane yol belleyip diğer seyyahların haritalarına gözünü kapayanlar nereye varacaklar peki ? Elbet şu koca diyarda başlangıcı, yolu ve varışı düzgün gösteren; engebeleri, tehlikeleri, tuzakları gösteren; uyarılarla ve öğütlerle dolu bir harita vardır. Ama hangisi? Sanırım günümüzde haritaları kurcalayanlardan ziyade maceraperest ruh haliyle hareket edip deniz sarhoşluğuyla pusulasızca ilerleyenler (?) daha çok. Sanırım yoldaki seraplara aldanıp kendini sahici cennette sananlar ve bu dalgınlıklarının zararlarını hesap etmeyenler daha fazla. Ve bu hayal alemindeki maceraperestlerin içkilerini tazeleyenler de haritaların bir halta yaramadığını söyleyenlerle beraber aynı kafiledeler. Kimisi tek başına çıkar bu seyri alemi, kimisi bulur yol arkadaşları. Kimisi ise yolu da, haritayı da, pusulayı da, seyyahı da yok sayar. Her yolcunun bir fikri var aklında. Birinden biri elbet doğru. Ama hangisi ?


Yazı çok karıştı diyorsan, zaten yol da karışık. Basit olan bir şey yok ki ortada. Basit diyen emin ol yalan söylüyor. Bu serap dolu, tuzak dolu, engebe dolu yolları aşmak her babayiğidin harcı değil. Bu ateşten gömleği giyip gitmek kolay değil.

Ve madem ki zaman bir yol, o zaman bu yolun bir haritası olmalı. Bu yolu yapanın seni haritasız koyması en başta akla ve mantığa ters. O zaman ne engebelerin ne de engellerin bir anlamı kalırdı. Herkes kendi pusulasını çizer, varabildiği yere varır, kimse de bir şey diyemezdi.


Vel hasılı kelam yolumuz varsa, yapanı da var, haritası da var. Burada anlaştıysak sıradaki soru şu: "Hangi harita gerçek?". İşte esas sorun da burada başlıyor. Çünkü kimisi oturup haritayı kendi çiziyor, sonra da kalkıp "Bu harita yolun mimarının haritasıdır." diyor. Peki harita mimarın mı yoksa daha yolun yarısına bile gelememiş yolcunun mu nereden bileceğiz? Haritaya bakmadan bilemeyiz elbette. Gördüğümüz haritayı incelemeden bırakmak ne kadar hatalıysa, direk sarılıp incelemeden doğru kabul etmemiz de o kadar hatalı. Çünkü bizi uçuruma götürüyor da haberimiz bile olmayabilir. Peki haritanın doğruluğu yolcudan yolcuya değişir mi? Harita yolu tarif ediyor yolcuyu değil. Ve harita tek olmalıdır, her yolcunun rotasını kapsamalıdır, yolculara olası tüm engelleri, düzenekleri, tuzakları, serapları göstermelidir. Uyarıcı, öğretici, bilgilendirici, kendi içinde tutarlı olmalıdır. Ki her yolcu bu haritaya baktığında diğerlerinden farkını anlamalıdır.Ve mimarının muhteşemliğini yansıtmalıdır. Yolcu elinin değmediği apaçık ortada olmalıdır. Sanırım böyle bir haritanın doğruluğu kişiden kişiye değişmez.

  Lafı çok uzattım kabul ediyorum. Lakin madem bir yoldayız, o zaman bu yolun hakkını vermemiz gerekir. Diyeceksin ki "Ben mi istedim bu yola çıkmayı?". Ruhun senden önce istedi. Yani istedin. Sevgiler...  


Ad astra Per aspera. 23:04 23.11'12


Pazar, Ağustos 26, 2012

Çalakalem


Nereden ve nasıl başlayacağımı bilmiyorum. Gittikçe bulanıklaşan zihnimle beraber hafızamda artık eskisi kadar kuvvetli değil gibi gelmeye başladı. Sanırım devamlı çok gereksiz şeylerle uğraşmak zihnimi aşırı meşgul tutuyor. Gördüğüm rüyalarda da mantık aramamaya başladım artık. Yediğimiz sınırsız subliminal mesajlardan dolayı bilinç istifa etmiş durumda ve gece dinlenme vakti olduğunda doğru düzgün bir kaset bile koymaktan aciz hale gelmiş. O da şaşkın ve suskun şu günlerde. Sanırım hepimiz dumura uğratılmış durumdayız. Bazen diyorum ki keşke hayatımızda dur düğmesi olsaydı da arada bir basabilseydik. Ya da görünmezlik iksiri olsaydı da kendimizi soyutlayabilip etrafta neler dönüyor bir bir görebilseydik. Sonra da “ Vay anam Serhat neler dönmüş yaa” diyebilseydik. Çok mu şey istiyoruz acaba? Bilmem ki.

Devir teknoloji devri olduğundan beri egomuz da, duygularımız da sanallaşmaya başladı. Görmediğimiz, bilmediğimiz insanlara kendimizi okutarak – bunun gibi – dinleterek, göstererek bir ispat çabası içerisindeyiz. İnsanlığın görmediği derece bir hırsın içinde, kendimizi kaybedercesine koşuşturuyoruz. En büyük sanallık olan para adeta hayatlarımıza hükmediyor. Evet para. Nedir bu para? Yenir mi içilir mi? Yedirir ve içirir. Lakin bazen kafam para konusuna basmıyor. Bu kağıt parçaları nasıl bu kadar etkin bir şey bu dünyada anlayamıyorum. Evet bir düzen için belki “geçer” bir şey gerek belki. Ama eğer bu düzen sağlayıcı kaos oluşturmaya başlamışsa orada bir gariplik var demektir. Ki parasız da düzen sağlanabileceğini savunanlar var çok da haksız değiller hani. Ayrıca eskiden altından, gümüşten olan, en azından bir mücevher değeri olan para şu an bildiğin kağıttan. Hatta plastikten, hatta sadece bilgisayar kodlarından. Hani yakında dokunabildiğimiz bir şey de olmayacak. Çok garip değil mi? Vallaha bana çok garip geliyor. Peki biliyoruz ki para bir imtihan aracı. Ki ne zenginler bu imtihanda hüsrana uğramıştır. Ne “talihliler” talihsizliğe uğramıştır. Peki neden? O kadar güç ve kuvvet getirisi olan bir şey nasıl böyle bir mağlubiyet getirebilir ? İrade, akıl, ileri görüş ve sabır eksikliğinden diyebiliriz. Her neyse. Para… Cidden çok garip bir şey. Acaba Lidyalılardan önce olmuyor muydu böyle güç savaşları ? Tabii ki oluyordu. Nereden mi biliyorum? Yaşımı tahmin etmeye kalkmayın sakın. Demek ki sorun para değil aslında. Para sadece buzdağının görünen yüzü. Peki görünmeyen yüzünde ne var ? Titanik. Güç ve şâşaadan gözü dönünce insan “Tanrı bile batıramaz” diyebiliyor işte. Yani iş iç dünyamızla alakalı esasında. Kendimizi çok bi halt ve her şeye layık sanmamızda. İçimizden gelen dürtüler, içgüdüler, nefs öyle bir geçirmiş ki benliğimizi ve kendisinin olmadığına öyle bir inandırmış ki şeytan misali, gözümüze inen perdeleri fark edemez olmuşuz. “Hayat koşuşturmacası” içerisinde yolumuzu kaybetmişiz de pusulamızın bozukluğunu bile fark edemez olmuşuz.

Konu çok dağıldı, neresinden tutup toplayacağımı şaşırdım şu an. Zaten hayat da böyle bir dağınıklık ve ayrılmış kolların sonsuzluğu gibi değil mi zaten? Biz insanlığımızdan taviz verdikçe, alacağımız hazlar için, “daha iyi bir yaşam” için maneviyatımızdan, ruhaniyatımızdan taviz verdikçe sonumuz önceki örnekler gibi olacaktır. Peki bunları bilmiyor muyuz? Evet biliyoruz. İşte bakmak ile görmek arasındaki fark diyorlar ya. Bazılarımız bakıyor da göremiyor, bazılarımızın işine gelmiyor. Ve işine gelmeyenler bu hayatta en büyük kötülüğü yapanlar oluyor. Hal böyle iken böyle işte. Ne demişler:  “Delidir dellenir, ancak bir iki söylenir.” Kolay gelsin.

Pazartesi, Temmuz 02, 2012

Bir Kaç İyi İnsan...


Şöyle bir durup etrafa bakınca, hayatı tribünlerden izlemeye başlayınca her şey o kadar netleşiyor ki... Her şey o kadar bulanık iken bir anda cam gibi oluyor ki... Hayatın bir tiyatro gibi olduğu, bir sinema gibi olduğu, yeri gelince bir savaş gibi olduğu... Bir nevi belgesel gibi... O onla plan yapıyor, o onu ele geçirmeye çalışıyor, o yerini korumaya çalışıyor, o onu arkadan yakalıyor... Sanki hepsi bir senaryo ve herkes filmin baş rolü gibi... Ama o oturduğunuz koltuktan tıpkı sinemaya itiraz edemediğiniz gibi hayata da itiraz edemiyorsunuz. Çünkü sesiniz gitmiyor, yetersiz kalıyorsunuz ve onca haksızlığa, yozlaşmaya karşı içiniz yanıyor sadece... Ve yatağınıza girip uyuduğunuz zaman ise gökyüzüne bakıp derin bir iç çekip uyuyorsunuz. 

Maalesef ki bu anlattığım iyi insanların her geçen gün birini daha kaybediyoruz. Ve her geçen an yozlaşmamız hızını arttırarak devam ediyor. Gittikçe daha tatminsiz, daha eleştirel, daha çıkarcı bir toplum oluyoruz. O bir kaç iyi adamın sesi de daha da cılızlalışıyor.

Aziz Nesin'in dediği gibi " Şimdi çok iyi anladım ki, Zübük bir tane değil, biz hepimiz birer zübüğüz.
Bizim hepimizin içinde zübüklük olmasa, bizler de birer zübük olmasak, aramızdan böyle zübükler büyüyemezdi. Hepimizde birer parça olan zübüklük birleşip işte başımıza böyle zübükler çıkıyor. Oysa zübüklük bizde, bizim içimizde. Onları biz, kendi zübüklüğümüzden yaratıyoruz. Sonra, kendi zübüklüklerimizin bir tek Zübük'te birleştiğini görünce ona kızıyoruz.
Bu zübükler heryerde var, biz zübükler nerde varsak, onlar da orda... "

Hepimiz o kadar suçluyuz ki aslında. Hepimiz sadece kendi evimizin evinin önünü temizlesek ortada pislik kalmayacak ya aslında. Fakat uyuşmuş bedenlerimiz ve zihinlerimiz, damarlarımızda dolaşan uyuşukluk ve tembellik tıpkı morfin gibi uyutuyor hepimizi. Şehitlerini 3 günde unutan bir toplum ne kadar birlik ve beraberlik içinde olabilir ki? Yahut "askerlikten nasıl kaçsam" deyip dönünce de kahraman edasıyla atıp tutanlar ? Hepimiz vicdanlarımızı o kadar unutmuşuz ki...

Galiba kendi halkını bu kadar hor gören, bu kadar aşağılayan başka da toplum yoktur. Bu kadar aşağılık kompleksine sahip olmamızın nedeni aslında taa Osmanlı'nın çöküş dönemine kadar gidiyor. O zamanlar geriye düşmemizi hazmedemememiz yerini özentiliğe bıraktı. Batıda ne varsa mübahtır anlayışı ile hareket edince ve doğudan gelen değerlerimizle pek de uyuşmayınca ortaya karışık bir salata çıktı. Çünkü evet biz ne batılılar gibi halktan üstlere giden devrimler yaptık ne de tepeden inme fikirlere tam adapte olabildik. Belki de halkımız sorgulama yeteneğini "her şeyi eleştirip kötüleme" olarak algılamasaydı durum çok daha farklı olabilirdi. Ama o içimize sindirdiğimiz aşağılık kompleksi maalesef bizi içten içe yedi. Ne arabeskçinin metalciye, ne metalcinin popcuya tahammülü var. Ki zaten çoğu da ithal akımlardır ne garip ki. Değerlerimize öcü gibi yaklaşıp onlara yüz çevirmemiz ve bazı batıl inançlar yüzünden bütün değerlerimizi elimizin tersiyle itmemiz bize çok pahalıya mal oldu.

İnsanların ikiyüzlülüğü günümüzde klavye delikanlılığı ile vücut buldu. Söylemleri ile eylemleri tutmayanlar bizlere elit olarak gösterildi. Marjinalliği bir halt sanmaya başladı insanlarımız. Ki gariptir marjinal ne demek çoğu insan bilmez. Ve ilgi çekmek dikkat çekmek namına her türlü şaklabanlık mübah görüldü.

Eskiden halkımız saf diye kendi kendisiyle dalga geçerdi. Şimdi ise zübük olan ne varsa. Ve bu ruh halimiz her geçen nesil daha abuk sabuk jenerasyonların doğmasına yol açıyor. Şöyle ki her jenerasyon biraz daha "genişleyen" toplum bir kaç nesil sonunda "baya bir genişlemiş" olacak.

Satrançta önemli olan bir sonraki hamleyi değil bir kaç sonraki hamleyi görebilmek ve şimdiden önlemini alabilmektir. Fakat halkımız satrancı hala sıkıcı buluyor.

Düşünmeye zorsunan bir toplum olarak son sürat ilerliyoruz. E haliyle de hazır kalıplar halinde sunulmuş fikirleri "fast foodvari" şekilde "tüketiyoruz". Böyle yaşayan bir toplumu idare etmek de pek zor olmasa gerek.

Peki bu kadar olumsuzluk arasında hiç mi "iyi insan" yok? Elbette var. Olacaktır da. Bırakın da 70 milyon arasında düşünmeyi keşfeden insanlar olsun. Fakat bu insanlarımız da tek tek bağırınca sesleri pek duyulmuyor. Bazılarının da sesleri kesiliyor. Bazıları da düşünsel farklılıklardan girdiği çatışmalardan dolayı ülkenin gittiği uçurumu unutuyor. Hal böyle olunca tabi bu "bir kaç iyi insan" da öylece eriyor. Bazıları belki hatırlanıyor belki de...

Hayat bir sinema filmi gibi dedik ya. Galiba filmi çekilirken yakalayıp yönetmeni orada aramamız gerek. Belki o zaman mutlu sonla biten bir filme imza atabiliriz. Fakat bunun için ise öncelikli olarak kendi evimizin önünü temiz tutmalıyız. Tabi bazı aklı evveller gibi halı altına yada yan komşuya süpürmemeliyiz. Bir halk ne zaman azmi unutur da kolaycılığa kaçarsa işte o zaman sarhoş bir ruh haline girer. Ayılması için sağlam bir tokat yemesi gerekir.

Uzun lafın kısası biz ne zaman gerçek anlamda sorgulayabilmeyi ve kukla olmamayı öğrenirsek o zaman başımızda "bir kaç iyi adam" görebiliriz. Ve biz ne zaman içgüdülerimizle değilde aklın ve duyguların harmonisiyle hareket edersek işte o zaman özgür bir toplum oluruz...



Perşembe, Haziran 28, 2012

Bir suikaste kurban


Bir suikaste kurban gitsem, yahut bir iç savaş çıksa, veya sınırda beklenmeyen gelişmeler çığ gibi büyüse...
Otobüs çarpsa ama çok hırpalamasa, deprem olsa ortalık birbirine girse, esir alınsam, uzaylılar kaçırsa, savaş çıksa, kıyamet kopsa...
Çok mu şey istiyorum acaba...
Neden bu gelişmeler insanın tam da ihtiyacı olduğu an vuku bulmaz?
Nedendir bu hayatın tersköşe etme sevdası? Yok mu bize torpil? İstenmeyen çocuklar mıyız? Seri üretim miyiz? Çok garip...
Evimde çayımı yudumlarken değil, hayati bi sınava 5 kala beklentim, isteklerim yüksektir benim... İnsanım ben... İnsanız biz... En dara düştüğümüzde en olmadık yılanlara sarılırız... Ne garip yahu... Mesela ne yazacağıma beynimin zaten 6 saniye önceden karar vermiş olması... Bunu yazmama da keza... Öyle işte...
Ne diyorduk...
Hayat pek de iplemiyor bizi açıkçası...
1 bölü 7 milyarız biz... Daha fazlası değil...
Belkide bu yüzden umutlarımızın büyüklüğünü kavrayamıyoruz...
Ve belkide bu yüzden kendimizi egomuza karşı savunamıyoruz...
Çok garip...
Hayat gerçekten çok garip...
Gece izlediğimiz hayran kaldığımız iç dünyamıza konuk ettiğimiz yıldız bile bilmiyor bizi...
Evrende nokta bile değiliz...
Ama sorsanız arş sanki eli kolu bağlı emrimize amade...
Aynaya bakacak yüzümüz yok...
Ama Allah'ı gayet de sorgularız..
Sütten bile daha ak ya alnımız...
Cenneti söke söke alacağız...
Çuvaldız bile körelmiş...
Vallahi ya...
Hayat çok garip...
Ne diyorduk?..
Savaş çıksa ne güzel olur...

Cumartesi, Nisan 28, 2012

Kendine Yapılmasını İstemediğin Bir Şeyi Başkasına Yap Çok Zevkli Oluyor


günümüz gençliği farkında olmadan öyle malzemeler yedirilerek eğitiliyor ki bunları bir bir yüzüne söylesen "siktir lan sallama" deyip geçecek derecede farkında değil.~evet lan ben aynştaynın kayıp dölüyüm~ bunlardan biri de bu mottolaşmış tavır. zamanında l-manyak dergisinde okumuştum bunla ilgili bir yazıyı, çok hoşuma gitmişti bu fikir. ve o zamanlar sadece 11 yaşında bir velettim. evet 11 yaşında kötü kedi şerafettin ile tanışmış bir bireyim. iflah olmaz merak duygumun getirilerinden biride bu işte. o zaman bu zamandır nerede yakın gördüğüm arkadaşım varsa şaka ayağına türlü gıcıklıklar yaptım, laf soktum, dalga geçtim. fakat her zaman çocukluğumda kavradığım o iyi niyetimle yaptım. empati hak getire... tabi yaş büyüdükçe insan olgunlaşır. ama bendeki hal, ruh çocuk ruhu hala. insanlar belli etmek istemese de bir bir mesafe koymaya başlayınca fark ettim durumu. ne zamandır düşündüğüm bu motto aslında insanı anlık tatminlerden uzun vadeli zarara götüren bir yol olduğunu anladım.~evet sokratesim~

o zaman bu zamandır insan olmaya, empati göstermeye azami özen göstermeye çalışıyorum. tabi karşılığını ziyadesiyle alıyorum. nasıl mı? iplenmeyerek. insanlar öyle bir alışmış ki "deveyi diken insanı siken" mottosuna, neredeyse istisnası yoktur böyle düşünmeyen.
çünkü terk eden sevgili kıymetlidir. yanındaki ise terk edene kadar kıymetli değildir. ayağına batan dikeni gün boyu hatırlarsın. ama bir yerden geçerken burnuna gelen hoş bir kokuyu beş dakikaya unutursun. fakat yine de ben "insanlık bende kalsın" mottosuyla hareket etmeye çalışıyorum.
çünkü mühim olanın vicdan rahatlığı olduğunu anladım.

genç nesiller öyle mottolar~fikir düşünce her ne dersen artık~ ile yoğuruyor ki. fark edince yemin ederim ağzım açıkta kalıyor. hani şu subliminal resimler devede kulak lan. adam sana bildiğin fikir aşılıyor. senin her zaman karamsar olmanı, bardağım boş tarafını görmeni, insanların ilgisini çekmek için her yolun mübah olduğunu, özgürlük adı altında dilediğin haltı yiyebileceğini, sevenin değil sikenin önemli olduğunu, empati kurmanın pollyannacılık olduğunu, umut etmenin değil vazifeni yerine getirip susmanın önemli olduğunu, hakkını aramanın "hoop hemşerim!" demenin yanlış olduğunu, hiç bir şeye bulaşmamak için sokakta adam da öldürülse susulması gerektiğini, pısırıklığı, susmayı, tek tabanca takılmayı, abazanlığın zevkli olduğunu ve tonla şeyi öyle işliyor ki beynine ben burada bunları yazınca sen içinden "bi siktir git aynştayn" diyorsun. şeytanın ilk hilesi kendinin olmadığına inandırmaktır demiş bir düşünür. bu herifler de öncelikle bunların senin düşüncen olduğunu yedirmiş sana.

sen tertemiz kağıtta ufak bir nokta olsa gidip o siyah noktayı kafaya takarsın. çünkü öyle yetiştirilmişsin.

evet gıcıklık~ibnelik piçlik her ne diyorsan~ yapmak, değerlere hakaret etmek, inanmadığı şeylere küfretmek, kadını sadece sikilmelik görmek~hanımlar yanlış anlamayın demiyeceğim olduğu gibi yazıyorum herşeyi~, kız kardeşi annesi olduğunu unutmak bunların hepsi ne yazık ki anarşi olgusuyla bir gösteriliyor, öyle sanılıyor.

isyankar kişilik sen, anarşizmin bile düstüru vardır öyle "inci inci" ile olmuyor bunlar. evet bizde ergen olduk, asi olduk, anne babamızla tartıştık, sisteme küfrettik ama hiç bir zaman ulu orta karı kız muhabbeti yapmadık.

ateizm bile bir düşüncedir, yapısı vardır.

ve bunların hepsinin temel sorunu maalesef ki kitap okumamak...

evet gerçekten bu...

iki bulvar gazetesi alıp normal gazete okumayan, köşe yazarı takip etmeyen bir toplumuz.

tonla köşe yazarı vardır ama biz sadece televizyondakileri biliriz.

maalesef bu...

ve evet aramızda öyle zeki insanlar var ki bu yaptıkları taşkalayı faydalı bir şeyde kullansa yemin ederim hem kariyeri hem parası olacak.

ama burada dalga geçip am göt meme muhabbeti edip kafa dağıttığını sanıyor ya...

ben ona üzülüyorum...

Salı, Nisan 17, 2012

Limbik Sistem vs. Prefrontal Korteks


insanın savunma, saklanma(barınma), duygusal tepki ve cinsel davranış, nörendokrin konrol, vücut ısısının düzenlenmesi, beslenme, korku ve nefret (defansif davranış) hallerini kontrol eden limbik sistem ile bütün kaynaklardan gelen bilgilerin düzenlendiği ve birleştirilip ortaya çıkarılacak davranışa karar verildiği, sinir sistemi aktivitelerindeki bilgileri dikkatlice toplayıp bütünleştirip formülleştirip uygulayıp denetleyip değişiklikler yapan ve yargılayan yer olan prefrontal korteksin karşılaştırılmasıdır. insanoğlu medeniyeti prefrontal korteks ile kurmuştur fakat üsttekiler alttakileri her zaman limbik sistemleriyle ellerinde tutmuştur.

- prefrontal korteksiyle hareket eden kişi ister evrimsel olarak ister yaradılışsal olarak ele alın her zaman limbik sistemden bir adım öndedir. çünkü limbik sistemin arzularına, korkularına, tepkilerine yenik düşmez, uzun vadede kazanç getirecek hamleleri görür ve stratejik bir şekilde taktiğini uygular.
- fakat prefrontal korteksin nimetlerinden faydalanmayan kişiler dikine giderek her zaman temel dürtüleri yönünde istikamet ederler ve anlık karları uzun vadede zarar getirir. örneğin üst tabakadan bir kişiye santaj yapılması, korkutulması genelde fayda vermez fakat cinsel dürtülerini harekete geçirecek bir kadın onu alaşağı edebilir. ya da anlık bir zevkten hamile kalan bir kadın bir ömür bunu cezasını çekebilir.
- hangi dine ya da felsefeye inanırsanız inanın tepedekilerin her zaman prefrontal korteks ile hareket ettiğini görürsünüz. pfk(prefrontal korteks) bir kumandana zafer kazandırır, siyasi seçimlerde adaya halkı iyi analiz etmesini sağlar, yahut bir futbolcuya maçı kazandıracak golü attırabilir.
- fakat sadece temel ihtiyaçlarına yönelen bir insan ise daima tek bir istikamete mahkum olup arzularının esiri olur.
- aslında pfk, kısaca akıl denilen olgunun vücut bulmuş halidir.
- limbik sistem ise nefsin vücut bulmuş halidir.
- bir topluma siz sürekli limbik sistemini tetikleyecek şeyler gösterirseniz o toplum prefrontal korteksinin varlığını unutacak ve artık emir alan konumunda olacaktır. eğer insanlara balık tutmayı öğretmek yerine sadece balık verirseniz o kişileri kendinize esir edersiniz. fakat prefrontal korteksini kullanan bir birey balıkçının hareketlerini takip ederek balık tutmayı pek ala öğrenebilir. ve bu sayede kendi işini kendi görüp ayakta durmayı başarabilir.
- limbik sistemi etkin kullanılan bir toplum hayatın korunma, barınma, cinsellik ve beslenmeden ibaret olduğunu sanır.
- bu toplumlar ilerleme kaydedemeyeceği gibi prefrontal korteksini kullanan toplumların esiri olur.
- prefrontal korteksini kullanan zümreler ise limbik sistemini etkin olarak kullanıp ondan çıkar sağlamayı başarabilirler ve bu yolla kendi nesillerini refah işinde yaşatıp hayat standartlarını üst seviyede tutabilirler.
- kısacası limbik sistemimiz etkin olarak kullandırılıp bizleri moda, spor, magazin, reality şovlar vs. ile uyutuyorlar ve asla ama asla kafamızı gömdüğümüz topraktan çıkarıp prefrontal kortekslerimizi kullanmamamızı istiyorlar. çünkü prefrontal korteksini etkin kullanan bir toplum asla ama asla uyutulamaz ve kontrol edilemez.
- ve hangi dine ya da felsefeye inanıyorsanız inanın hepsinde prefrontal korteksi göreceksiniz.

ayrıca limbik sitem tu kaka bir şey değildir tabiki. sonuçta "temel ihtiyaçlarımız"ın karşılanması gerekir. fakat her şeyin bir dengesi olması gerektiği gibi ihtiyaçlarımızın da bir dengesi olmalıdır.

Pazar, Nisan 01, 2012

Anlardan yansıyanlar serisi...


Bir yağmur damlası gibi yüreğim
Çağıl çağıl akar, gürler öfkeyle, coşkuyla
Hırçın bir fırtınadır yüreğim
Sessizliği boğarak akar karanlığa..
Derinlerden yükselen bir ruh..
Geceyi, Ay ile paylaşır ışığı..
Soluk bir ten ümitsizce izlerken sesi
Yıldızlar belli belirsiz izler..
Bir "son" daha ve geçer meltemin yalnızlığı
Ateş söner, su döner, rüzgar diner..
Ve karanlık usulca inine girer..

Pazartesi, Mart 26, 2012

"Ehl-i sünnet vel-cemâat"


Ehl-i sünnetin reisi, imam-ı a'zam Ebu Hanife hazretleridir.

İmam-ı a'zam hazretleri fıkıh bilgilerini toplayarak, kısımlara, kollara ayırdığı ve usuller, metotlar koyduğu gibi, Resulullahın ve Eshab-ı kiramın bildirdiği itikad, iman bilgilerini de topladı. Yüzlerce talebesine bildirdi. 



Talebesinden, ilmi kelam, yani iman bilgileri mütehassısları yetişti. Bunlardan imam-ı a'zamın talebesi olan imam-ı Muhammed Şeybani'nin yetiştirdiği talebelerinden, Ebu Bekir Cürcani dünyaca meşhur oldu. Bunun talebesinden olan, Ebu Nasır-ı Iyad da, kelam ilminde Ebu Mensur-i Matüridi'yi yetiştirdi. İmam-ı Matüridi, imam-ı a'zamdan gelen kelam bilgilerini kitaplara yazdı. Doğru yoldan sapmış olanlarla mücadele ederek, ehl-i sünnet itikadını kuvvetlendirdi ve her tarafa yaydı.



İmam-ı Eşari de, imam-ı Şafii'nin talebesi zincirinde bulunmaktadır. Bu iki büyük imam, Eshab-ı kiram, Tabiin ve Tebe-i tabiinin bildirdiği itikad, iman, bilgilerini açıklamışlar, kısımlara ayırmışlar ve herkesin anlayabileceği bir şekilde anlatmışlardır.



Taşköprüzade şöyle yazmıştır:

"Ehl-i sünnet vel-cemaatın kelam ilmindeki reisleri iki zattır. Bunlardan birisi Hanefi, diğeri Şafii'dir. Hanefi olanı, Ebu Mensur Matüridi, Şafii olanı ise Ebu'l Hasen el-Eşari'dir." 



Bazı kitaplarda, Eşariyye mezhebi, Matüridiyye mezhebi diye yazılı ise de, bu kendi çalışmalarına verilen isimdir, ayrı mezhep değildir. Her ikisi de Ehl-i sünnet itikadını anlatmıştır. Aralarında ictihad farkları vardır. Bu ayrılıklar temelde ayrılık olmadığı için, ikisi de Ehl-i sünnettir. İmam-ı Matüridi ve imam-ı Eşari, Ehl-i sünnetin itikadda iki imamıdır.



Bu iki imamın ve hocalarının, amelde dört hak mezhep imamlarının ve onlara tâbi olanların; imanda, itikadda tek bir mezhebi vardır. Bu mezhep Ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebidir. Çünkü İslamiyet, bütün insanlara yalnız bir tek imanı ve itikadı emretmektedir. Bu imanın esaslarını ve nasıl itikad edileceğini, bizzat Peygamberimiz Muhammed aleyhisselam tebliğ etmiştir. İnsanlara, kendilerini ve her şeyi yaratan Allahü teâlâyı haber veren Peygamberimiz, Allahü teâlâya, Onun yarattıklarına ve Onun emir ve yasaklarına imanın nasıl olacağını da bildirmiştir. Muhammed aleyhisselama ve Onun bildirdiklerine, temiz, dürüst ve hakiki bir iman, ancak Onun bildirdiğine tam ve hiç şüphesiz kabul edip inanmakla mümkün olur. Bu hususta çok az, kıl kadar da olsa bir ayrılığın, Ondan ayrılmak olacağı meydandadır. Böyle bir ayrılığa düşenlerin kendilerini haklı çıkarmak için öne sürecekleri dini, siyâsi, beşeri, içtimai, fenni.. v.s. gibi sebeplerin hiçbir kıymeti yoktur. Çünkü İslamiyet her ne suret ve sebeple olursa olsun, imanda ve itikadda ayrılığa asla izin vermemekte, yasaklamaktadır.



Eshab-ı kiramın iman ve itikadda hiçbir ayrılıkları olmadı. Eshabdan olmayanlar ve daha sonraki asırlarda gelenler arasında ise zamanla imanda, itikadda bazı ayrılıklar ortaya çıkarıldı ve bid’at fırkalarının sayısı yetmişikiye ulaştı. Bu ayrılıkları çıkaranların ve bunların sözlerine inanarak bozuk düşüncelerini benimseyenlerin ileri sürdükleri sebepler çok çeşitli ve herbirine göre farklı olmakla beraber, esas sebepler "Münafık ve başka dinden olanların çıkardıkları fitneler, Kur'an-ı kerimin müteşabih âyetlerini kendi anlayışlarına göre tevil etmeye kalkışmaları, eski Hind ve Yunan felsefesi ile, Mecusi inançlarının İslamiyet’e sokulma çabaları, Eshab-ı kiramın maslahata (huzurun, dirliğin, iyiliğin teminine) ait konulardaki ictihad ayrılıklarını anlayamama ve bunları kendi nefsani arzularına, siyasi maksat ve ihtiraslarına perde veya alet etme, kısa zamanda çok geniş ülkelere yayılan İslamiyet’in henüz yeni müslüman olmuş büyük kitlelerce tam anlaşılmadan birtakım insanların eski din ve inançlarına ait bazı unsurları tamamen terk edememeleri ve bunları İslamiyet’ten sayma yanlışına düşmeleri" şeklinde özetlenebilir. 



Ancak, İslam tarihinde görülen 72 sapık fırkanın ortak vasfı; siyasi ve dünyevi menfaat ve saiklerle ortaya çıkmış olmalarına rağmen, hemen hepsi Kur'an-ı kerimdeki muhkem ve bilhassa müteşabih âyet-i kerimeleri kendi akıllarına göre tefsir yoluna gitmişler, böylece felsefe yaparak ve bu âyetleri, iddiaları istikametinde tevil ederek kendilerine Kur'an-ı kerimden deliller bulduklarını ileri sürmüşlerdir. 

Mesela, Kur'an-ı kerimde geçen, Allah’ın eli, yüzü vb. sıfatlarını gösteren ifadeleri, kendi düşüncelerine ve konuşma dilindeki manalarıyla kabul ederek, Allahü teâlâyı zatı ve sıfatlarıyla tecsim eden, yani cisim ve insan şeklinde düşünen bu sapık fırkalar, Kur'an-ı kerimin doğru manası olan murad-ı ilahiyi anlayamamışlar, doğrusunu anlatan Ehl-i sünnet âlimlerinin açıklamalarını kabul etmedikleri gibi, ayrıca onlara fikren ve fiilen saldırmışlardır.



İslamiyet’te ilk itikad ayrılıkları, Hz. Osman'ın şehid edilmesi hadisesinden sonra, Abdullah ibni Sebe adındaki münafık olan bir Yahudinin ortaya çıkması ile başlamıştır. Müslümanların saf ve berrak imanlarını bozmak gayesiyle itikaddaki birlik ve beraberliklerini parçalamak için çıkarılan ilk fitne hareketi budur. 



Abdullah ibni Sebe, Hz. Ali'nin halifelik meselesini bahane ederek, müslümanları bölmek gayretine düştü. Kendisine taraftar toplamak ve onlara görüşlerini kabul ettirmek için, "Hz. Ali'nin Peygamber olduğundan, Allahü teâlânın ona hulul ettiğine" varıncaya kadar pek çok şeyler uydurdu. Bir kısım insanları aldattı. Abdullah ibni Sebe'ye aldananların içinde siyasi hırs ve gayret ile hareket edenler çoktu. Böylece Hz. Ali taraftarıyız diyerek, İslam dinine bozuk inançlar karıştırdılar. 



Hz. Ali'nin hilafeti, hakem tayini yoluyla Hz. Muaviye'ye bırakmasını beğenmeyip, Hz. Ali'ye ve Hz. Muaviye'ye karşı çıkıp ayrılanlara "Harici" ismi verildi.



Hariciler'den bir kısmı Kur'an-ı kerimin bazı bölümlerini kabul etmezler. Bir kısmı da sapıklıklarında, yeni bir peygamber geleceğine inanacak kadar ileri gitmişlerdir.



Bozuk fırkalardan biri olan Mutezile ise, Hasan-ı Basri'nin derslerinde bulunan Vasıl bin Ata tarafından ortaya çıkarılmıştır. Büyük Ehl-i sünnet âlimi ve veli bir zat olan Hasan-ı Basri, "Büyük günah işleyen ne mümindir ne de kâfirdir" diyerek Ehl-i sünnetten ayrılan Vasıl bin Ata için, "İ'tezele anna Vasıl", yani "Vasıl bizden ayrıldı" buyurmuştu. Buradaki itezele=ayrıldı" kelimesinden dolayı Vasıl'a ve onun yolunu tutanlara "Mutezile" ismi verilmiştir. Sonraki yıllarda bilhassa felsefe eğitimi yapmış ve felsefeye meraklı kişiler. Vasıl bin Ata'nın yolundan yürüyerek, Allahü teâlânın zatı ve sıfatları ile, kader, amellerle (ibadetlerle, muamelatla..) iman arasındaki münasebet ve diğer konularda İslam dininin sınırlarını zorlayacak kadar ileri derecelere varan ayrılıklara düşmüşlerdir.



Ayrıca Mürcie, Kaderiyye, İbahiye, Mücessime, Cebriyye gibi birçok bozuk fırkalar, İslam tarihi boyunca çeşitli yerlerde ortaya çıkmış, kendi içlerinde de sayılamayacak kadar çok kollara ayrılarak bir müddet yaşayıp, sonra unutulup gitmişlerdir.



Ancak son asırlarda zuhur eden Vehhabilik, bilhassa Arabistan'da yayılmış ve bugün de, çeşitli İslam ülkelerindeki müslümanların arasında yayılması için çalışılmaktadır.



Diğer bozuk fırkalar tarih içinde kaybolup gitmişlerdir. Ehl-i sünnet vel-cemaatin mevcudu her devirde çok olmuştur. İslamiyet; iman, itikad, amel ve ahlak esasları olarak Ehl-i sünnet âlimleri tarafından her asırda, aslı üzere müdafaa ve muhafaza edilerek, bugüne ulaştırılmıştır. Bugün dünyadaki müslümanların yarıdan çoğu, Ehl-i sünnet vel-cemaat itikadı üzeredirler.



Kur'an-ı kerim ve hadis-i şerifler, imanda parçalanmanın, fırkalara ayrılmanın kötü olduğunu bildiriyor. Allahü teâlâ Nisa suresi 115. âyetinde; "Hidayeti (kurtuluş yolunu) öğrendikten sonra, Peygambere uymayıp, müminlerin yolundan ayrılanı, saptığı yola sürükleriz ve çok fena olan Cehenneme atarız" ve Al-i imran suresi 103. âyetinde de; "Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılınız. Fırkalara bölünmeyiniz" buyurmaktadır.



Peygamberimiz de, müslümanlar arasında imanda ve itikadda ayrılıkların felaket olduğunu bildirerek, meşhur olan bir hadis-i şerifinde; "Beni İsrail (yahudiler), 71 fırkaya ayrılmıştı. Bunlardan 70’i Cehenneme gidip, ancak bir fırkası kurtulmuştur. Nasara (hıristiyanlar) da, 72 fırkaya ayrılmıştı. 71’i Cehenneme gitmiştir. Bir zaman sonra benim ümmetim de 73 fırkaya ayrılır. Bunlardan 72’si Cehenneme gidip, yalnız bir fırka kurtulur" buyurmaktadır. Eshab-ı kiram bu bir fırkanın kimler olduğunu sorduğunda; "Cehennemden kurtulan fırka, benim ve Eshabımın gittiği yolda gidenlerdir" buyurdu.



Bir başka hadis-i şerifte; "Ümmetim 73 fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan bir fırka kurtulacak, diğerleri helak olacaktır" buyurduğunda Eshab-ı kiram; "Kurtulan fırka hangisidir?" diye sorunca, "Ehl-i sünnet vel-cemaattir" buyurdu. Eshab-ı kiram bu defa "Ehl-i sünnet vel-cemaat nedir?" diye sordular. "Bugün benim ve Eshabımın bulunduğu yolda olanlardır" buyurdu.



Ehl-i sünnet itikadını ortaya koyan Resulullahtır. Eshab-ı kiram iman bilgilerini bu kaynaktan aldılar. Tabiin-i i'zam da bu bilgileri, Eshab-ı kiramdan öğrendiler. Daha sonra gelenler, bunlardan öğrendiler. Böylece Ehl-i sünnet bilgileri bizlere nakil ve tevatür yoluyla geldi.



Bu bilgiler akıl ile bulunamaz. Akıl bunları değiştiremez. Akıl, bunları anlamaya yardımcı olur. Yani, bunları anlamak, doğruluklarını ve kıymetlerini kavramak için akıl lazımdır. Hadis âlimlerinin hepsi, Ehl-i sünnet itikadında idiler. Dört mezhebin imamları da bu mezhepte idi. İmam-ı Matüridi ve imam-ı Eşari de Ehl-i sünnet mezhebinde idi. Her iki imam, hep bu mezhebi yaydılar. Sapıklara karşı ve eski yunan felsefesinin bataklıklarına saplanmış olan maddecilere karşı bu tek mezhebi savundular. Bu iki büyük Ehl-i sünnet âliminin zamanları aynı ise de, bulundukları yerler birbirinden ayrı ve karşılarındaki saldırganların düşünüş ve davranışları başka olduğundan, savunma metotları ve tenkitleri birbirinden farklı olmuş ise de, bu hal, yollarının ayrı olduğunu göstermez.



Bunlardan sonra gelen binlerce derin âlim ve veli, bu iki yüce imamın kitaplarını inceleyerek ikisinin de, Ehl-i sünnet mezhebinde olduklarını söz birliği ile bildirmişlerdir. Ehl-i sünnet âlimleri, nasları, zahirleri üzere almışlardır. Yani, âyet-i kerimelere ve hadis-i şeriflere açık olan manalar vermişler, zaruret olmadıkça, nasları tevil etmemişler, bu manaları değiştirmemişlerdir. Kendi bilgileri ve görüşleri ile bir değişiklik hiç yapmamışlardır. Sapık fırkalardan olanlar ve mezhepsizler ise, yunan felsefecilerinden ve din düşmanı olan fen taklitçilerinden işittiklerine uyarak, iman bilgilerinde ve ibadetlerinde değişiklik yapmaktan çekinmemişlerdir.



Son asırlarda Ehl-i sünnet itikadından ayrılan bazı din adamları "Selefiyye" adını verdikleri sapık bir yol tutmuşlardır.



Bunun itikadda mezhep olduğunu söyleyip, kitaplarında yazmışlardır. Halbuki İslamiyet’te "Selefiyye mezhebi" diye bir şey yoktur. Ehl-i sünnet âlimleri böyle bir şey bildirmemişler ve kitaplarında asla yazmamışlardır, İslamiyet’te "Selef-i salihin" mezhebi, yani Ehl-i sünnet mezhebi vardır. Selef-i salihin; hadis-i şerif ile methedilen, övülen ilk iki asrın müslümanlarıdır. Yani Selef-i salihin, Eshab-ı kiram ve Tabiine verilen isimdir. Bu şerefli insanların itikadına "Ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebi" denir. Bu mezhep, iman, inanç mezhebidir. Eshab-ı kiramın ve Tabiin-i i'zamın imanları hep aynı idi. inançları arasında hiç bir fark yoktu.



İmam-ı Gazali hazretleri ilcam-ül-avam kitabında; "Bu kitapta itikad fırkalarından Selef mezhebinin hak olduğunu bildireceğim. Bu mezhepten ayrılanların bid’at sahibi olduklarını anlatacağım. Selef mezhebi demek, Eshabın ve Tabiinin itikadları demektir..." buyurarak Selef mezhebi demenin, Ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebi demek olduğunu açıkça bildirmiştir. 



Mısır'daki Ezher Üniversitesi'nden mezun üstad ibni Halife Alivi "Akıdet-üs-selef-i vel-halef" adlı kitabında şöyle yazmıştır: "Ebu Zehra (Tarih-ül-mezahib-ül-islamiyye) kitabında yazdığı gibi, hicretin dördüncü asrında, Hanbeli mezhebinden ayrılan bazı kimseler, kendilerine (Selefiyin) ismini verdiler. Hanbeli mezhebi âlimlerinden Ebu'l-Ferec ibni Cevzi ve diğer âlimler bu selefilerin, Selef-i salihinin yolunda olmadıklarını, bid’at ehli, mücessime fırkasından olduklarını bildirerek, bu fitnenin yayılmasını önlediler. Daha sonra yedinci asırda, ibni Teymiye el-Harrani bu fitneyi tekrar alevlendirdi. Kendilerine (Selefiyye) ismini takanlar, ibni Teymiye selefilerin büyük imamı dediler.



İbni Teymiye, Hanbeli mezhebinde olarak yetişti. Yani Ehl-i sünnet idi. Fakat sonradan kendi aklına uyarak, sapık görüşler ortaya attı. Ehl-i sünnet itikadından ve dolayısı ile Hanbeli mezhebinden ayrılıp uzaklaştı.



Kendi başına ayrı bir yol tutup, tuttuğu bu sapık yolda sürüklenip gitti. Kendine tâbi olanları da saptırdı. Ona tâbi olanlar onun bu yoluna selefiyye dediler. Bu hususu derinlemesine araştırıp, incelememiş ve kaynakları iyi anlayamamış olan bazıları Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarındaki "Selef ve "Selef-i salihin" ifadelerini değiştirerek, "Selefiyye" şeklinde nakletmişler ve yazmışlardır, itikadda Selefiyye diye bir mezhep yoktur. Peygamber efendimizin hadis-i şerifte fırka-i naciyye, kurtuluş fırkası olarak bildirdiği tek bir itikad mezhebi vardır. O da Ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebidir, İmam-ı Matüridi ve İmam-ı Eşari bu mezhepte iki itikad imamıdır ve bu mezhebi yaymışlardır.



İmam-ı Matüridi ve imam-ı Eşari ayrı bir mezhep kurmamışlar, Eshab-ı kiramın, Tabiinin, dört mezhep imamının ve sonra Ehl-i sünnet âlimlerinin nakil ve tevatür yolu ile bildirdikleri iman ve itikad bilgilerini açıklamışlar, anlaşılmasını kolaylaştırmak için kısımlara bölmüşler ve herkesin anlayabileceği şekilde yaymışlardır. Bunlardan imam-ı Eşari, imam-ı Şafii'nin talebe zincirinde bulunmaktadır. İmam-ı Matüridi ise imam-ı a'zamın talebe zincirindedir.



Ehl-i sünnet itikadının açıklamasında bu iki imam meşhur olmuş, yaşadıkları zamanlarda itikadda doğru yoldan ayrılmış sapıkların ve yunan felsefesinin bataklıklarına saplanmış maddecilerin bozuk düşüncelerine karşı Ehl-i sünnet vel-cemaat itikadını izah etmekte, bazı bakımlardan farklı usuller takip etmişlerdir. Daha sonraki asırlarda gelen Ehl-i sünnet âlimleri, bu iki imamın koyduğu usullere uyarak, Ehl-i sünnet itikadını nakletmişlerdir.



Allahü teâlâ, bütün müslümanlardan tek bir iman istemektedir, İslamiyet’te, imanda, itikadda tefrikaya, ayrılığa izin verilmemiştir. Resulullah efendimizin inandığı ve bildirdiği ve Eshab-ı kiramın naklettiği gibi iman eden müslümanlara "Ehl-i sünnet vel-cemaat" veya kısaca "Sünni" denir. Sünni müslümanlara, mezhep imamı olan büyük İslam âlimleri tarafından, Kur'an-ı kerim ve hadis-i şeriflerde hükmü açıkça bildirilmemiş olan bazı ibadetlerin ve günlük muamelelerin tarifinde ve yapılışında gösterilen ve Allahü teâlânın rızasına kavuşturan yollara ameli mezhepler (veya fıkhi mezhepler) denilmiştir. Mezhep imamı olan büyük İslam âlimlerinin aralarındaki böyle ictihad ayrılıklarına dinin sahibi izin vermiş ve bu hal her zaman ve her yerde müslümanların İslamiyet’e dosdoğru uymalarını temin ederek, müslümanlar için rahmet olmuştur. Nitekim hadis-i şerifte "Âlimlerin mezheplere ayrılması rahmettir" buyuruldu.

Not: Alıntıdır. Yazandan Allah razı olsun.
Nağmeler